MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ASKERÎ HAYATI
Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde
Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki
aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha
da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde
güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve
Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak
Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a
döndü. Şam'dan ayrılması hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini
koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam'da kaldı.
Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı)
oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlı'ğında bir göreve getirildi.
Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da
bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde
çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan ittihat
ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de
Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye
başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak
yenilikler onun da temel düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben
kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki
demiryolu müfettişliği de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak
kendisine verildi. Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat
ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasasını yeniden
yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya
çağırmaya zorlamaktadır. "Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu
girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına uzandı.
23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân
edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî
görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti"
içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi gelişmeleri yakından izlemektedir.
O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi
görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha
köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu. Fakat
kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin
görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle zamanın
söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu.
II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti
ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce
desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası
olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli de oluşturulan Hareket
Ordusu'nun Kurmay Başkanlığı'na getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan
1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda
gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli
hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka
hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun
duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine
Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından
sonra İstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e
döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda,
tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise
bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne
sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde
telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.
O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat
ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının
tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da
Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde
açıkça dile getirmişti. Fâkat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini
paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak tutarak
doğrudan doğruya askeri vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki
Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.
Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı ile
yürütürken 1910 yılı Eylül ayında askeri manevraları izleme amacıyla
Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından
tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta
bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta
Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı.
Mustafa
Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak
evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan
38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine
kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle
şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük
başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının
sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe
onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliğinin
hoşuna gitmedi. O'nu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül
1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve
tayin ettiler. Mustafa Kemal bu atama üzerine İstanbul'a gelerek
bir süre Genelkurmay Başkanlığı'nda çalıştı.
5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine
başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim
1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir
süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında
bulundu.
12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasim
1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti.
1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa
Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a
geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz)
Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne
atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş,
baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya
kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir
süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Bu
görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük
hizmetleri gördü.
Mustafa Kemal, Balkan Harbi'nden sonra, 27 Ekim
1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden
itibaren Belgrad ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi
de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliğine atandığı günlerde
yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliğine atanmıştı.
Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında
1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına
kadar Sofya'da kaldı.
Bu
sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile
I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal gelişen siyasi ve askeri
olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve
düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma
zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında
kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı
Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek
mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan
kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine
getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde,
Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler.
Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya'dan ayrılarak İstanbul a döndü;
derhal yeni görev yerine hareket ederek Tümenini kurdu. Bu Tümen
kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan
Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada, 19. Tümene
ilâveten 9. Tümenin 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine
verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.
Gelibolu Yanmadasında önemli olaylar oluyordu.
İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye
teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında,
muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğazı geçemeyen
düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar
verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da
23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş,
Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı.
Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna
karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in
başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal
bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti.
Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir
ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma
hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal,
çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan
Conkbayırı'na sevketmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen
İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen
kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.
Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle
savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu.
Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti:
"Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye
kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar
geçebilir!"
25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz
tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan
1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen
İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz
Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı.
Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine
1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.
Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme
gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen
çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını
oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden
sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l915
günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler;
düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler
oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemler sayesinde düşmanın
bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı.
Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken
İngilizler 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına
da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi
de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman
von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar
Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal
qetirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustata Kemal,
beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini
tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı
bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı
taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş;
aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine
tam anlamıyla hâkim olunmuştu.
Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu
gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş,
ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler
için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini
hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak
bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık,
azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında
büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak
anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen
İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber
Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi,
İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz
üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü.
Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor,
dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler
insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi;
ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı
ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.
Mustafa
Kemal, Çanakkale Muharebeleri'nin eski şiddetini kaybettiği 1915
yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan
da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu
teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da
kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle
benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa
Kemal, 10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı,
Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale'den ayrıldı;
İstanbul a döndü.
Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de
bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığı'na atandı. Kısa süre sonra
bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine
yine Kolordu Komutanı olarak
11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa
Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı. 1
Nisan 1916'da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben
kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri
Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında
taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet
8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetlerimiz
tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos
1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu
Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden
kurtardı.
Mustafa Kemal Paşa, Aralık 1916'da Ahmet İzzet
Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten
2. Ordu Kumandanlığına tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan
bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Kumandanın,
İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması
bu tarihlere rastladı.
Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i
Seferiyesi Komutanlığı'na atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesini
teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya
vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal
Paşa, 16 Mart 1917'de asaleten
2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak
5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na bağlı
olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi.
Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti.
Mustafa Kemal Paşa, 15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve
başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında
askeri görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı;
bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 1917 Ekim başlarında istifa
mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi
teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de
Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht
Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman
Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.
15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında
Mustafa Kemal, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman
İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü.
Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları
hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.
Mustafa
Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten
bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a
giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan
bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular
Grubu Komutanlığı'na getirilmiş olan General Liman von Sanders'in
emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos
1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı
başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında,
O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan
kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını
göstermişti.
Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu.
29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918
tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa
Kabinesi istifa etmiş, yeni Kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu.
Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî
ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet
30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile
Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşı'ndan çekildi.
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza
edildiği günün ertesi,
31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na getirildi
ise de artık yapacak birşey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu
Grup Kumandanlığı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine
Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye,
mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine
verilmiş bir Ordu Kumandanı idi.
Memleket
ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda,
mağlup bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi"
adı verilen şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına
dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş,
ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine
verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün
ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu.
İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep,
Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler idareyi ele almıştı.
Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti.
Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul
Hükûmeti İtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah
ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette
sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler.
Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri
temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i
işgal hazırlıklarıyla meşguldu; bu yolda büyük çaba harcıyorlar,
İtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da
bu gayelerine eriştiler.
Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal,
önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra,
5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi
gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı
gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti:
"Ciddî olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu
terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her
dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe
imkân kalmayacaktır". Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen
bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü
yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir.
Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından
yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine
sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilâf Devletleri ile
herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize
sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletlerini gücendirmeyecek,
Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükümetinin
görüşü ve davranışı bu idi.
Padişah
ve hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal
ve istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor;
memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında
çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz dügmana karşı koymak
ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar
oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları
sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan
bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.
Mütareke Türkiye'si, aklın alamayacağı derecede
karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük
eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin
yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce
cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri
Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret
Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir
kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu,
bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros
Mütarekesi gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan
küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme
düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade
çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî
birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.
Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi.
Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi
bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında
bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız
bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli
olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak
yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden
mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden
yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye
ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu,
acizlik ve miskinliği itiraftan başka birşey değildi. Halbuki Türk'ün
haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir
yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi". Öyleyse Milli Mücadele'nin
parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olacaktı.
Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu.
İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak
amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa
Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul
etti.
16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan
hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da
Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş
gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp
incelemek ve tedbir almak"tan ibaretti. Hükûmete verilen İnqiliz
raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine
giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise
de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına
yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil,
Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti
bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar
yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever
Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye
başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kemal Paşa'ya
verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti.
Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve
geniş salâhiyetler istedi. İstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul
etti.
Saray ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın
bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri
tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu ya
geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen
yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak
vicdanî bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda
bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan ayrılmadan
önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile
ve en sonunda Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde
memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir
ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul Hükümetinin ve Padişahın
davranışlarında İtilâf Devletlerini gücendirmemek görüşünün ağır
ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil, karşı
koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal
Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu
sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü
altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin
istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk
ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını
uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir'e çekti. Telgrafta
bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Umumî durumumuzun aldığı
vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum
en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde
yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul
ettim".
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra,
21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığı'na Samsun ve çevresindeki
asayişsizliğin sebeplerini açıklayan ne İstanbul Hükûmetinin ne
de İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı şu telgrafı çekti:
"Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir safsata
etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle
dönüşmüştür". 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği
raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup hâkimiyet
esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır". Bu anlamlı ifadede
Anadolu'da beliren Milli Mücadele azmini sezmemek mümkün değildir.
İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki İtilâf Devletleri
temsilcileri İstanbul Hükümetinden sordu: "Tanınmış bir Türk
generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul
Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine
başladı.
Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele, liderini
bulmuş, dağınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya
başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal
imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir tamimde görüyoruz.
Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü,
milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin
azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin
örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana
ilânı idi. Bu genelge diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike
karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her vilâyetten
seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en
emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır".
Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü
bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran
1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde
kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta
yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a
hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi
der ki "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir
çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet
bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi". O,
Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı
zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar
Mevlüt Ağa ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden
mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinledi.
İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu:"
- Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin
mi?" Mevlût Ağa derhal cevap verdi: "- Hayır Paşam, geçimimiz
çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar,
bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu
namertler kimin malını kime veriyorlar? Bu sözler, milletle beraber,
millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı
çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı. Etrafındakilere döndü
ve : "-Bu milletle neler yapılmaz".
Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8-9
Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit" olarak
çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa
etti. Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve
ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu.